22 Aralık 2010 Çarşamba

Maliyeti düşük, getirisi büyük...

    
      Ne kadar güzel bir başlık değil mi? Kim istemez ki böyle birşeyi. Maliyeti çok düşük  fakat bunun karşılığında getirisi çok büyük olacak. Böyle bir şey var mıdır diye düşünmeyin. Çünkü hepimizin sahip olduğu bir şeyden bahsediyorum aslında. Kullandığımız sözcükler!

    Hal Urban bunu keşfedip yazmış bizlere. Kitabın adı: Olumlu Sözcükler Etkili Sonuçlar. Hemen bir kişisel gelişim kitabı olarak düşünmeyin çünkü normal kişisel gelişim kitaplarından çok üst düzeyde sizi içine alıp "geliştiriyor". Bir insanın sözcükler sayesinde nasıl yükselip büyüdüğünü ya da bunun tam tersi olduğunu görüyoruz. Yazar olumsuz yönleri anlatmaktan pek memnun değil bize genelde olumlu tarafını göstermiş. Ama biraz ders almamız ve birşeyleri anlamamız için olumsuz bir bölümde ayırmış bizler için.

   Hiç düşündünüz mü gün içinde söylediğiniz sözcükler sizleri ve çevrenizdekileri nasıl etkiler. Ya da sözcüklerin sizi aslında nasıl da iyileştirdiğini. İlk başta düşünelim diye yazar bizlere sözcüklerin ilk öneminden bahsediyor. Konuşma dilinin bulunmadığı ilk çağlarda insanların yaşadığı zorluklardan. Düşünsenize eğer dil olmadan rahatça anlaşabilseydik neden insanlar duvarlara resimler ya da değişik sesler çıkartma ihtiyacı duydular? Çünkü onlar, dil olmadan anlaşılamayacağını daha dilin anlamını bile bilmeden ilk zamanlarda anlamışlar ve bu yüzden bu yöntemleri bulmuşlar. Ve böylece çıkan resimler değişik harfler bizleri bu güne kadar getirip iletişimimizin son noktalarına çıkartmıştır.

    Evet dili bulduk, sözcükler ağzımızdan dökülmeye başladı. Fakat bunları nasıl kullanabileceğimizi bulabildik mi? Hala ne kadar zor bir iş yaptığımızın farkına varmadan harcıyoruz güzel kelimelerimizi. Onları yerlerinde kullanmayarak ziyan ediyoruz belki de. Aslında sözcükler hayat bile kutarır. Bunun için çok güzel örnekler var kitapta ve bir örnek de yazarın kendisinden. Aslında düşününce bizim de ne çok örneklerimiz var. Tam en kötü anlarımızda, herşeyin bittiğini düşündüğümüz anlarda birde başkasından bir söz duyarız ve bize güç verir. O bize inandığını anlatır, biz de bu sayede kendimize önemli olduğumuzu fısıldarız içten içe. Çünkü karşı taraf başarmıştır, sözcüklerini iyi seçmiştir. Çünkü sözcükler tercihlerdir.

    Konuşurken tercih yaptığımızı bilmeden konuşuyoruz. Ama içimizde sürekli bir tercih telaşı var farkında olmadan. Ve bu tercihleri eğer doğru yönde yaparsak bizi ve çevremizdekileri güçlendiriyor ve her zaman iyi hissettiriyor. Yaptığınız yanlış tercihler de olmuştur. Şimdi bir düşünün farkına varmadan acaba kaç kişiyi kırdınız. Düşünmeden konuştuğunuz için kimleri üzdünüz istemeyerek. Ya da aynısını size yaptılar. Eminim çoktur. Ve hepsinin bir nedeni var o da yanlış seçilmiş sözcükler.

    Peki insanlara bu kadar sözcük kullanmadan önce yaptığımız çok büyük bir şey var. O da selamlaşmak. Çoğumuzun kaçtığı, yapsak da geçiştirmek için kullandığımız selamlaşma. Kitapta etkili selamlaşmanın ve gerektirdiklerinin önemlerini açıklamakta. Mesela benim en dikkatimi çeken şey birine selam verirken ona ismiyle hitap etmemiz gerektiği oldu. "merhaba merve"  ne kadar da bana özel biz söz değil mi? Bana yapılan bir selamlaşma olduğunu nasıl da iyi ifade etmekte bu cümle. Sizde deneyin görüceksiniz ki kendinizi ve karşınızdakini daha iyi hissettirecektir.

   Bunlardan sonra insanlarla konuşmalarımızda onları yüreklendirip olumlu yönde etkileyebildiğimizi görebilmemiz gayet güzel olacaktır. Özellikle çocuklar üzerindeki etkisi çok büyük. Onların gelişme çağlarında yaptıkları şeylerin karşısında sözlediğimiz sözcükler, bu davranışlarının devamlılığını ya da sona ermesini sağlar. Çocuklar sadece yaramazlık yapmazlar. Hepimizden daha da yaratıcı bir kişiliğe sahip olurlar. Bu yaptıklarını küçümsemek yerine ya da büyütebiliriz. Onların gelişmesi olumlu yönde etkilenecektir.

   Bu olumlu verdiğimiz mesajların bir de tam tersi var. Aşağılamak, küfür etmek, küçük görmek ve bunların nicesi. Kitapta yazarın yaptığı araştırmalarda göreceksiniz ki olumlularla aralarında ki fark okurken bile sizin canınızı sıkıyor. Dediğim gibi sadece okurken. Bir de duymak aslında ne kadar da kötü. İnsanların güvenlerini kırmak sadece onlara değil herkese zarer verir. Evet "zarar vermek". Olumsuz sözcüklerin yaptığı şey tam da bu "zarar vermek". Belki de insanların hayatını tamamen etkileyen zararlar... Çünkü söylenen sözcükler içimiz de kalırlar, hem de ömrümüzün her anında ortaya çıkmak için pusuya yatarak kalırlar.

   Bildiğimizi sandığımız ama gerçekten sandığımız sözcüklerin çok ama çok farklı bir yönünü anlatan bu kitap hepimizin okuması, anlaması içimizde öğütmesi ve uygulaması gereken bir kitap. Yaşamı değer kılan sözcüklerin nasıl da büyük getirilere sahip ve nasıl da etkili birer kavram olduklarını çok net görebiliriz. Ben az da olsa farkına vardım, sizlerin de getirileri büyük "işler" yapmanız dileğiyle :)

11 Aralık 2010 Cumartesi

Seçimlerimizin maliyetleri

       Herşeyin bir bedeli vardır derler. Gerçekten çok doğru bir laf etmişler, çünkü dünyadaki herşeyin bir bedeli var. Maddi açıcan bedava sandıklarımızın bile. Çünkü bedel kavramı sadece "para" karşılığında değil hayatımızda. Bir çok manevi bedel de ödemekteyiz. İşte bu bedel ödeme ya da başka bir şekilde seçim yapma olayına iktisat bilminde "fırsat maliyeti" demekteyiz.
    
      Fırsat maliyetini iktisat içinde yorumlarsak, şirketlerin mal üretiminde bir malın birimini arttırmak için diğer maldan karşılığındaki değer kadar vazgeçilmesi demektir. Yani bir seçim yapıp diğerinden vazgeçmemiz gerekmektedir. Aynı hayatımızda yaptıklarımız gibi. Her zaman diyorum zaten, insanlar da bir şirkettir, bu konuda da bunun bir kez daha doğru olduğunu görüyoruz. Biz de hayatımızda seçimler yaparken karşımıza çıkan fırsatlar arasında karar vermek zorunda kalıyor ve bir tanesini seçiyoruz. Peki o geride bıraktığımız, vazgeçtiğimiz fısrat ne oluyor? Adı üstünde fırsatın maliyeti oluyor.


     Fırsat maliyetini yanda görmüş olduğunuz grafik üzerinden anlatmaya çalışacağım. Öncelikle kendi çizmiş olduğum grafiğin basitliğinden dolayı üzgün olduğumu belirtmek isterim. Gördüğünüz gibi 2 tane mal bulunmakta A ve B malları. A malından 10 birim ürettiğimiz zaman B malından 15 birim üretmekteyiz. Daha sonra A malının ürterimini arttırmak istediğimizde, 20 birim üretime geçtiğimizde B malı üretimimiz 10 birime düşmekte yani B malında 5 birim fırsat maliyeti olmaktadır. A malından 30 birim ürettiğimizde de B malının 5 birime dümeside aynı olaydır.

      Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü, İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı Öğretim Görevlilerinden Prof. Dr. Utku Utkulu'nun fırsat maliyeti hakkında verdiği güzel bir örneği sizlerle paylaşmak istiyorum. Bedava öğle yemeği yoktur diyor hocamız. Arkadaşlarımızın ya da başka birinin bize ırmarladığı her hangi bir şey örneğin yemek, bizim bedava yediğimiz bir yemek değildir. Çünkü aslında hiç birimiz farketmesek de, insanların sahip olduğu en değerli şeyden vazgeçiyoruz. Zamandan. O, zaman diliminde başka bir şey yapabilme imkanımız varken, biz öğle yemeğini seçmiş oluyoruz.
 
      Anlayacağınız "fırsat maliyeti" bu kadar içimizde olan bir iktisadi terim. Ve büyük seçimler yaparken bu maliyetin ne kadar önemli olduğu da kaçınılmaz bir sonuç. Çünkü başlarken yazdığım söz bir şarkının içinde de yer alıyor ve şarkının başında "son pişmanlık neye yarar" denmekte. İleride gereksiz ve bizleri perişan eden bir duygu olan pişmanlığı kimsenin yaşamamsı için seçimlerimizi çok dikkatli yapmalıyız ki bize yarayabilecek birşeyler olsun sonrasında. Hayatımızda her zaman fırsat maliyetimizin bizleri üzmemesi dileğiyle:)

2 Aralık 2010 Perşembe

Sosyoloji + Psikoloji =

     Cevabı hemen geliyor: Sosyal Psikoloji. Sosyal psikoloji hem hayatımızdaki diğer insanlara olan davranışımızı hem kendimizi tanımamız için bize yardımcı olabilecek bir davranış bilimidir. Aslında tanımı bir çok kişi tarafından farklı yapılmaktadır ama en çok kullanılan ve en kısa olan tanımı Sosyal psikoloji, toplumun içindeki bireyin davranış bilimidir diye bilinmektedir. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünün anadalı olan Çalışma Psikolojisinin önemli bir dersi olarak da işlenmektedir.
   
     Sosyal psikoloji bireyi iki türden incelemektedir. Birinci olarak ilgilendiği konu Psikolojik Sosyal psikolojidir. Burada kişiyi içten dışa doğru yani kişiden çevreye doğru incelemeyi öngörür. Diğer türü olan Sosyolojik Sosyal psikoloji ise, bireyi dıştan içe doğru yani çevreden kişiye doğru inceler. Bu iki inceleme türünden de anlayacağımız üzere birey, birey olurken çevresinden ektilenmesiyle davranışlarını belirler. Sosyal psikologlar bunları araştırıken bir çok deney ve araştırmaya başvurmak zorundalardır.

     Bu deney ve araştırmalar; laboratuvar deneyi, alan deneyi, doğal deney, alan araştırması, survey ve arşiv araştırmasıdır.Bir çok insanın ve olayın kısacası insanların olaylar karşısındaki davranışlarının inecelendiği bu deneylerin ilginç ve insanlar hakkında şaşırmamıza neden olay farklı sonuçlarla sonuçlanması mümkündür. İlerideki yazılarımda sizlere bu yapılan deneylerle ilgili örnekler sunacağım.

    İnsanların toplum içinde sergiledikleri ve topluma uyum olarak nitelendirilen itaat, özdeşleşme, benimseme gibi kavramlar Sosyal psikolojinin insan davranışlarını incelemesindeki en büyük yardımcı davranışlardır. Örnek olarak bir grup içinde doğru olmadığını bildiğimiz halde bize söyleneni yapıyorsak bu itaat etmemiz demektir. Eğer doğru olduğuna inanıp yapıyorsak benimseme, kişileri sevdiğimiz veya hayran olduğumuz için onlara uyuyorsak bu da özdeşleşmedir. Gördüğünüz gibi bu üç olayda da çevremizin bize büyük bir etkisini görmekteyiz. Tabii bunların tam tersi de olabilir.

     Özellikle bu devirde çevrenin insan üzerinde eskisinden daha fazla etkili olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsanların dünyanın öbür ucundaki insanlarla bile istediği an iletişim kurabilmesinin mümkün olduğu, televizyon dizilerinde bir çok değişik hayatı ve kültürü izlediğimiz bu devirde kendi kişiliğimizi ve davranışlarımızı oluştururken çevreden daha fazla etkilendiğimiz bir gerçek. Hele ki Türkiye'nin toplumcu bir kültüre yani gelenek göreneklere büyük önem verilen, ahlaki kuralların "ben" merkezli değil de "toplum" merkezli
olduğu bir ülke olması Sosyal psikolojiyi ülkemizde çok daha önemli kılmaktadır. Ülkemizdeki toplumsal sorunların çözümü için Sosyal psikolojisi göz önünde tutmak çok ama doğru bir karar demektir. Ayrıca sadece Türkiye gibi kültürel toplumlarda değil, gelişmiş batı ülkelerindeki bireyci toplumlarda da bireyin bu çevre yapısından dolayı çok daha farklı davranışlara sahip olduğunu görerek, böylece bu farklılıktan dolayı çevrenin birey üzerinde ne kadar etkili olduğunu çok rahat görebilmemiz mümkün.

    Sonuç olarak birey olmamızın en önemli nedeni çevremizdeki bireylerdir. Başka insanlar olmasaydı biz benliğimizi hiç bir zaman bulamaz ve onun farkına varamazdık. Bu yönde kendimiz hakkında bize bir çok bilgi sunan Sosyal psikoloji, bence herkesin incelemesi gereken bir davranış bilimidir. Hem çevrenizi hem de çevreniz içindeki kendinizi tanımanız için size açılan büyük bir kapı. Hepimizin bu kapıdan doğru bir şekilde girmemiz dileğiyle...

29 Kasım 2010 Pazartesi

El clasico

       Ve bir el clasiconun daha sonuna geldik bu gece. İspanya'nın ve dünyanın en iyi takımlarından iki takımın  Real Madrid ve Barcelona'nın karşı karşıya gelip nefeslerin tutultuğu bir derbi el clasico. Bu gece Nou camp'ta yani barcelonanın stadında oynan derbide galip barcelona olmuş bulunmakta. Senelerdir süren bu çekişme şüphesiz dünyanın en önemli derbilerinin başında geliyor. Sadece İspanya'da değil dünyada resmen hayat duruyor. Türkiye'de de aynı şey geçerli. Futbolun en güzel hareketlerini görüp, dünya yıldızlarıyla bir futbol şöleni yaşadığımız 90 dakikayı bizlere sunuyorlar.

       Aslında İspanya'da bu derbi sadece bir futbol derbisi özelliği taşımıyor. Real Madrid İspanya'nın klariyet kültürünü simgeleyen bir takım tabii ki bunu armalarından da anlamak mümkün. Barcelona ise, İspanyanın özerk Katalan bölgesinin bir takımı. Bu yüzden İspanya'da iç bir milli maç misyonu da üstleniyor bu derbi. Katalanların İspanya'ya karşı kazandıkları ya da bunun tam tersi olduğu bir zafer! Anlayacağınız bayağı bir önem taşıyor. Birbirlerine karşı rekabetleri sadece futbol değil, bu olayla da oluşan bu iki takım bu sayede dünyada çok rastlanmayan bir fanatikliğin sonuçlarını doğuruyor.
   
        Pek dostluk için de geçmese de, bu derbi her zaman bize hem görsel hem de verdiği büyük  heycanla Futbol Sanatını gözlerimizin önüne sunuyor. Sonuç ne olursa olsun, 90 dakikanın sonunda futbol kazanmış oluyor. Daha bir çok el clasico izlemek dileğiyle. Benim kimi tuttuğuma gelince, tabii ki de REAL MADRİD:) Yani bu gece gülen taraf ben olamadım:) 2. yarı santiago barnebau'da (Real Madrid'in stadı) görüşmek üzere...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Maslow'dan...

      Hepimiz bir şeyler için uğraşıyoruz ve çoğunluğumuzun ortak uğraştığı bir istek var o da iyi bir şikrette çalışabilmek. Şirket dediğimiz kavramı sadece çalıştığımız yer olarak algılamamız yanlış. Onun da bir kuruluş amacı var. Aslında bir değil bir çok amacı... Şirketlerin kuruluş amaçlarının en derinine inersek karşımıza Maslow çıkıyor. Maslow ve teoremi...
     Maslow'un ihtiyaç piramidini çoğumuz biliyoruz ama bilmeyenler için açıklamalıyım sanırım. Maslow hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan ihtiyaçları bir piramid olarak sunuyor bizlere. En alttaki basamakları sırasıyla yerine getirmezsek bir üsteki basamağa geçemeyeceğimizi de belirtiyor. İşte bu sıralama:
  1. Fizyolojik gereksinimler
  2. Güvenlik gereksinimi
  3. Ait olma gereksinimi
  4. Sevgi, sevecenlik gereksinimi
  5. Saygınlık gereksinimi
  6. Kendini gerçekleştirme gereksinimi
      Maslow'a göre bu bizim ihtiyaç pramidimiz. Biz de gerçekten ihtiyaçlarımızı karşılamak için yaşıyoruz ve eğer karşıyalamazsak hayaıtmızın belli bir süre sonra sonlanacağını biliyoruz. İşte, biz insanların ihtiyaçlarını karşılamak için mal ve hizmetler devreye giriyor. Mal ve hizmetler sayesinde ihtiyaçlarımızı karşıyalabiliyoruz doğru ama bunlar bize kullanılabilir bir şekilde nasıl ulaşıyor? İşte o sırada üretim devreye giriyor. Üretim sayesinde bunları kullanabiliyoruz. Fakat her ihtiyacımızı kendimizin üretmesi çok zor hele bu devirde imkansız. İşte insanların ihtiyaç duyduğu ekonomik mal ve hizmetlerin üretimini üstelenen birimlere işletme diyoruz. İşletmeler ihtiyacımız olduğu mal ve hizmetleri üreterek bizlere sunuyorlar. Tabii ki de işletmelerin başlıca amaçlarından biri bu olsa da tek amaçları bu değil.

      İşletmelerin kuruluş amaçlarından bir tanesine değindikten sonra diğer ikisine değinmemek olmaz. Bu diğer iki amaçtan ilki  ve en önemlisi "Kar Elde Etmek" olarak karşımıza çıkıyor. Her işletme, gelirlerinin giderlerinden fazla olmasını ve bu sayede kar elde etmeyi istemektedir. Zaten bu karı elde edememesinin kötü sonuçlar doğuracağı bir gerçek. Diğer amaç ise "Varlığını Koruması ve Sürdürmesi"dir. Ve aslında bu amaç için de yine gidilecek kapı kar elde etmektir. Bu karı elde ettikten sonra bunun devamını getirerek daha sağlam bir yapıya ulaşması ve devamlılığını sürdürmeleri gerekmektedir. Demek istediğim kar elde etmeden devamlılığını sürdürmek bir şey ifade edemez, topluma hizmet veremeden de kar elde edemez. Gördüğünüz gibi işletmeler birbirlerine bağlı 3 amaç sayesinde kuruluşlarını sağlayıp var olabiliyorlar. Bu 3 amaçtan en az birine katkıda bulunabilmek diyeğiyle. :)

Serbest meslek? Peki ne kadar serbest?

    Hemen itiraf etmeliyim ki başlığım çalıntıdır, Cem Yılmaz'ın bir esprisinden çalmış bulunmaktayım. Aslında çok da doğru bir söylem yapmış Cem Yılmaz. Ülkemizde sürekli insanların yaptığı bir meslek var, bizim de sık sık duyduğumuz, "Serbest Meslek" ama ne olduğunu kaçımız biliyor meçhul ya da bilenlerimizden kaç kişi doğru biliyor o daha da meçhul. Bu yazımda çok bir bilgim olmasa da derslerde öğrendiklerimle sizlere kısaca serbest mesleği açıklayacağım.

    Serbest mesleğin tanımını yapmak gerekirse; ticari niteliği olmayan işlerin, bir iş verene bağlı olmadan, kendi şahsi mesai ve mesleki bilgiye dayandırılarak yapılmasıdır. Yorumdan da anlaşıldığı üzere aslında gerçekten de bir meslek fakat, Türkiye'de "serbest meslek"  tabiri literatüre daha çok belli bir işi olmayan, koşullara göre değişik işler yapabilen kişileri tarif etmek için kullanılabilmektedir.

    Gün geçtikçe internetin hayatımızdaki öneminin artmasıyla serbest mesleğin de hayatımızdaki öneminin artacağı ön görülmektedir. İş yerine gidilmeden internet üzerinden halledilen işler ve böylece hem yol hem de zaman açısından yapılan kazançlarla iş verenin maliyetini düşüreceği bir gerçek. Ve böylece ileri zamanlarda önemi arttıkça "serbest meslek" çalışma koşullarının sağlanması için yasaların olacağı öngörülmektedir. Çünkü verilen bu emeğin sendikalaşması ve yapılan işin ücret anlamında insan gücü maliyetini çok ucuz olarak değerlendirilmesi de bir eleştiri konusudur.
    
     Pek fazla derine inmeden kafamızdaki "serbest meslek" ile oluşan soru işaretini kaldırmaya çalıştım. Sanırım hepimizin öğrenebileceği farklı şeyleri olan bir meslek dalı.

Hayatımızın kabusa dönüşen tepkisi

        Hayatın her alanında zorluklar çektiğimiz bir gerçek ve bu zorluklara vücudumuzun hem fiziksel hem de psikolojik olarak verdiği bir tepki var. Doktorların heralde en çok kullandığı cümlenin ve ne yazık ki biz insanların da en çok uyamadığımız cümlenin içinde bulunan 5 harfli bir kabus. O cümle ne mi? Tabii ki de "STRES ten uzak durun!"  Evet bahsettiğim kavram stresti. Hayatımızda her zaman bizi derinden vuran bizi hem fiziksel hem de ruhsal olarak darmadağın eden stres. Okul hayatındaki zorluklar, özel hayattaki karmaşalar ve sonra üstüne eklenen iş hayatındaki sıkıntılarla bizi bizden alan stresten kurtulmak ne kadar zor geliyor bizlere. Özel yaşatılardaki stresten kurtulmanın bir çözümü var mı bilmiyorum ama açıkcası ben hiç bulamadım. Ama iş hayatımızdaki stres için araştırmalar sonucunda çıkan bazı çözümler var. Şimdi bu çözümleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
   
         Diğer yazılarımda o kadar yönetimden bahsettikten sonra bu sorunu da yönetmekten bahsetmemek olmazdı. Çünkü stresi yönetmek sadece çalışanlar için değil şirket için önemli bir olay. Çünkü bir çalışanda olan stres belirtileri mutlaka diğer çalışanları da etkiler ve bu böyle büyük bir sorun halinde sürmeye devam eder. Tabii ki de bazı çalışanlara da stresin yapıcı özelliği olduğunu da söylemeden geçmemeliyim. Şimdi size iş hayatındaki stresin nedenlerini ve çözümlerini sınıf arkadaşım Duygu DOĞAN ile derste için yapığımız araştırmalardan yardım alarak sizlere sunacağım.
  
         Stres hem bireysel olarak hem de örgütsel olarak kaynaklanmaktadır. Nedir bu bireysel kaynaklar?  Yoğun İş Yükü, Zaman Yetersizliği, Rol Çatışması, Kişilerarası Çatışma, Sorumluluk, İş Güvenliği. Bir de örgütsel kaynaklara bakalım. Onlar da; İşletme Politikaları ve Stratejileri, Örgüt Yapısı ve Dizaynı, Örgütsel Süreçler, Fiziksel Koşullar. İşte bu durumlar da oluşan sorunlar hem iş göreni hem de iş vereni olumsuz bir strese sokmakta. Ve biz bu sorunların yol açtığı olumsuz stres tepkileri vermeye başlıyoruz. Bunlar da; Yorgunluk, Sabırsızlık ve Çabuk Sinirlenme, Konsantrasyon Bozukluğu, Kendini Yararsız ve Önemsiz Hissetme, İşini Kaybetme Becerememe ve Memnun Edememe Korkusu, Baş Arğrıları ve Mide Hastalıklar, Dargınlık ve Alınganlık, İletişim eksiklikliği. İşte gördüğünüz gibi bize ne çok olumsuz yanı var değil mi? Sadece iş hayatımızı değil bütün hayatımızı kötü etkileyecek sonuçlar. Peki bu olumsuzluğu yönetmemiz mümkün değil mi? Yapılan araştırmalara göre kısmen mümkün.

        Stresin hem bireysel hem de örgütsel kaynaklandığını düşünürsek bunu kontrol etmek için de hem bireysel hem de örgütsel yardımlara ihtiyacımız olacaktır. İşte bireysel olarak başa çıkma yöntemlerimiz; Zaman Yönetimi, Olumlu Düşünme, Egzersiz ve Beden Hareketleri, Meditasyon, Yorucu ve Zor İşleri Sabah Saatlerinde Yapmak, Hobiler Edinmek. Evet bunları yapmayı başarabilirsek bireysel olarak elimizden geleni yapmış oluruz. Tabii önemli olan yapmayı başarabilmek...

        Stresin örgütsel olarak kontrolü üzerinde biraz durmak isterim çünkü bu İnsan Kaynaklarını da ilgilendiren önemli bir sorunun çözüm aşaması. İlk başta yönetimin iş görenler için destekleyici organizasyonel yapı geliştirmeleri gerekmektedir. Planlar yapılırken merkeziyetten uzak, katılımcıyı destekleyici, ortak karar vermeyi aşılayan, ve sınıf ayrımını yok edici organizasyonlar geliştirilirse, yalnızlık, desteksizlik ve aşırı iş bölümünden oluşan olumsuz stres önemli ölçüde engellenecektik.
       İş görenlerin kesinlikle en büyük kaygılarından biri olan gelecek sorununu çözmekte yönetime düşmektedir. İyi ve açık bir kariyer planı yapmak, çalışanlara bu konularda danışmanlık etmek. Yükselme ve ilerleme basamaklarının belirlenmesi, çalışanların hedeflerine yetişmesi için önemli bir adım olacaktır. Yönetimin verecekleri bu desketlerle çalışanlar kendini ve geleceğini daha güvende hissedip olumsuz stresi uzaktaştıracaklardır.
      Ve tabii ki de en önemli sorunların başında gelen çalışanlar arasındaki çatışma. Bunu azaltmak için  rollerin belirgin hale gelmesi en büyük etken.  Bireysel bir stresör olan rol çatışması ve belirsizliği iyi bir organizasyon, iş eğitimi, görev tarifeleri ve zamansız bilgi verilmeyi engellemeye yönelik çalışmalarla bu olumsuzlukta ortadan kalkabilir.
      Ve son olarak hem stresin kalkması hem de şirket için iyi olanın yapılabilmesi için iş zenginleştirilmesi büyük bir olgu. Sürekli tek düze yapılan işler bir zaman sonra sıkıcı ve çekilmez hale gelir.Özellikle yetenekli ve yaratıcı çalışanlar işlerde derinlik ve boyut bulamadıkları takdirde büyük sorunlar oluşabilir. İşler içerik olarak zenginleştirilmeli ve kişilere bu zengin alt yapıyla daha fazla sorumluluk verilmelidir. Bu çalışana başarı fırsatı verekek yükselmesi için bir kapı açar.

       İşte yapılan araştırmalara göre çıkan etkenler ve çözümler bunlar. Bilinmesi gereken şu ki iş hayatındaki stres yaratan tüm faktörleri kaldırmak maalesef mümkün değil. Ancak azaltmak elimizde. Bunun için de bireysel ve örgütsel çaba kaçınılmaz. Sanırım bu konu da insan kaynaklarına da her zaman ki gibi büyük bir sorumluluk düşüyor. Stresiz günler dileğiyle :)

19 Kasım 2010 Cuma

Zor yöneticileri yönetmenin zorluğu.

     Yönetmek... Aslında kulağa çok zorlu ve sadece yeteneği olan insanların yapabileceği bir iş gibi geliyor başta. Fakat her insan bir yöneticidir aslında. Farkında olmadan hepimiz bir yöneticiyiz ve dünyanın en zor şirketinin yöneticisi, yani kendimizin... Doğdumuz andan itibaren verdiğimiz kararlar, yaptığımız yanlışlar, kazandığımız başarılar, kaybettiğimiz oyunlar... Gerçekten ne kadar da bir şirkete benziyoruz değil mi? Bazılarımız iflas ediyor, bazılarımız hasılat rekoru kırıyor. Başta sadece kendimizi yönettiğimiz bu şirket zamanın ilerlemesiyle bir holding oluyor ve başlıyoruz bir sürü küçük şirket yönetmeye. Aile içindeki durumlarımız, okuldaki sınavlarımız, iş hayatındaki streslerimiz ve evlilik hayatındaki zorluklarımız... Hepsi küçük küçük şirketler halinde ortak oluyorlar bize. Ve tabi ki de bu küçük şirketler içindeki bir sürü çalışan, yani çevremizdeki insanlar.

     Her şirketin başarılı olamadığı gibi her insan da maalesef başarılı olamıyor. Hele işler büyüyünce çok zorlu ve sıkıntılı bir yolda yürümeye başlıyoruz. Bazı şirketlerimizi batırıyoruz işleri küçültüp tek bir yere odaklarınıyoruz ve bu karmaşık yapı içinde gidip geliyoruz. İşte insan bu kadar önemli bir yönetici. Nasıl yönettiğinin sadece kendisini değil diğer insanları da etkilemesi de kaçınılmaz. Ve bu karmaşık ve zorlu insanı bir matematik problemi gibi çözmek zorunda olan bir departman var. O da insan kaynakları.

      İnsan kaynakları bölümünün ne kadar zorlu, hassas ve ne kadar özen görmek isteyen bir dal olduğunu bu küçük insan tanımından bile çıkartabiliriz. Çünkü insan kaynakları yöneticileri ve bizler gibi insan kaynakları yöneticisi adayları bu karmaşık yöneticileri en iyi verimi verebilecekleri yöneticilerin ellerine teslim etmek zorunda. Ne kadar fazla yönetici kelimesi kullandım değil mi? Çünkü hayatımız bir yönetimden ibaret...

Çok okuyan mı, Çok gezen mi?

      Hepimizin bildiği gibi bu tartırşma senelerdir sürmektedir. Herkesin farklı fikirler sunduğu, değişik örnekler verdiği, hayatımızda aklımıza ilk gelen soruların içinde yer alan cevaplanmamış bir soru. Ben bu sorunun cevabını zamanın iş hayatına uygulayarak vermek istiyorum.

      İlk önce sorunun içinde geçen "okumak" fiilini kitap olarak değil de, bir okulda eğitim görmek olarak algıladığımı belirtirim. Bundan yola çıkarak, artık hepimizin bildiği üzere üniversite okumanın çok da zor olmadığı bir dönem de yaşıyoruz. Bölüm veya üniversitenin iyi veya kötü olmasını ayırt etmeden bu sözü söyleyebiliyorum. Ve bu sayede de ortaya "diplomalı işsizler" çıkıyor. Peki üniversite bitirmiş bir insan nasıl oluyor da işsiz kalabiliyor? Cevabı çok basit ve sorunun içinde gizli aslında. Cevap: Sadece üniversite okuduğu için...

     Evet sadece mezun olabilme yeteneğine sahip olduğu için çok fazla "diplomalı işsiz"e sahibiz. Zamanımızda sadece üniversite okumak, iş hayatına adım atmamıza yaramıyor maalesef. Peki işe yarayan nedir? İşte baştaki sorumuzun diğer kahramanı, bu cevap için var: Gezmek...

      Gezmek, görmek, kendini geliştirebilme becerisi bunların hepsi size iş alanında büyük bir kapı açmak için sizleri bekliyor. Üniversitenizin yüksek puanla öğrenci alması ya da bunun tam tersi olması işe girmenizde artık ne yardımcı oluyor, ne de engel... Yani kısacası sizin puanınızın yüksek olması gerekiyor. Peki bu puanı nasıl yükseltebiliriz? Tabi ki de bizi cazip hale getirebilecek donanımları kendimize yükleyerek. Bunların ne olduğunu ve nasıl yapabileceğimizi ilerideki yazılarımda, okuldan ve çevremden öğrendiklerimle cevaplamaya çalışacağım.

    Baştaki sorunun cevabına gelirsek; ben de kesin cevabı bulamadım ama sanırım gezenler, okuyanlardan 1-0 önde başlıyor:)